KUZEY KAFKASYA GEZİSİ (03.07-10.7.2025)

 

Kuzey Kafkasya Gezisi(3.07-10.7.2025)

Babam Hatay İskenderunlu, Annem ise Adapazarı Orman Şevkiye Köyüne 1864 sürgününde gelen Abhazların soyundandır. Çocukluğumu kardeşlerimle birlikte yaz tatillerinde Abhaz dedem ve anneannemin yanında geçirdim. Kendileri Türkiye topraklarında doğmuş olsalar da, göç eden büyüklerinin nesilden nesile aktardıkları öyküleri dinleme, yemekleri tatma, görkemli düğünlere katılma şansı buldum. Onların dillerinin, gelenek ve göreneklerinin o kadar çok etkisinde kaldım ki ben de anne tarafından da olsa kendimi Abaza sayıyorum. Bu nedenle SSCB’nin dağıldığı, Çerkez ve Abhaz anavatanının kapıları aralandığı günden beri rahmetli annem ile bu topraklara gitme fırsatı kolluyordum. Ne yazık ki 2020 yılında Onu, Çanakkale savaşında şehit düşen dedesi gibi, sonsuzluğa uğurlayınca, bu seyahati onun anısına gerçekleştirmeye karar verdim. 

Levent Kaplan’ın “Kabartay-Balkar “bölgesine yapacağı bir gezi programı ilgimi çekti. Program çok seçenekliydi. Havayolu ve Karayolu Ulaşımı seçeneği, Karayolu biniş durakları seçeneği, Erken rezervasyon da indirim seçeneği, Pasaport, Vize, Yurtdışı çıkış Harcı dışında her şey dahil planlanmıştı. Emekli bir memur olarak yeşil pasaportum bulunduğu için vize almama gerek yoktu. 7 Mayıs’tan önce kaydoldum, 23 Haziran’da Ankara Çerkes Derneğinde yapılan tanışma ve ön bilgilendirme toplantısına katıldım. Dernek ile daha önce iletişimim olmamasına rağmen, beni Çerkes-Adige-Kabardey camiasında misafir olarak kabul ettiklerini dile getirdiler. Toplantıya her giren ve gelen kişiye hep birlikte ayağa kalkıp oturmaya başladığımızda ortak bir kültüre sahip olduğumuz inancını pekiştirdim. 

  • Geziye, 30 saat sürecek bir yolculuğu yarılamak amacıyla 3 Temmuz da Hopa’dan katılmayı tercih ettim. Bir önceki gece otobüsle 15 saat yol giderek Hopa Öğretmenevinde konakladım. Ardahan’dan gelen Onur Bey’in de geziye Hopa’dan katılacağını ve aynı yerde konaklayacağını öğrenince, iletişim kurarak sabah buluştuk.  

Onur Bey, iç içe 3 valiz götürdüğünü söyleyerek: ”Anavatana ilk kez gidiyorum, hep bu anı bekledim, kız kardeşlerim bana geleneksel kıyafetler ısmarladı. Onlara telefonla kıyafetleri gösterecek ve beğendiklerini alacağım. Bu valizler yeter mi bilmem” deyince, doğrusu göze aldığı zahmete şaşırdım.  Yakınları için her şeye katlanmak “Adige”liğin bir özelliği değil miydi?

Grubu beklerken birlikte gezi programını inceledik. Anavatana gitme heyecanı her halinden hissedilen Onur Bey, gideceğimiz bölge, gezilecek yerler hakkında topladığı tarihi ve turistik bilgileri paylaşmaktan keyif alıyordu. 

YOLA ÇIKIYORUZ…

Öğlen saatlerinde geziye katılanları diğer buluşma noktalarından toplayan Tur otobüsü ile buluşarak sınıra doğru hareket ettik. Havada yağmur bulutları dolaşırken kafilemiz için, Hopa kaymakamlığı Dinlenme tesislerinde yemek ve ihtiyaç molası verildi.

  


Yola çıkmadan ortak bir kasa oluşturulmuş, el birliği ile Nalçik’e gidene kadar molalarda yenilecek, içilecek, atıştırmalık malzemeler marifetli hanımlar tarafından hazırlanmış, Çerkes Sanatçılara sunulacak hediye paketleri (Kahve ve Lokum) temin edilmişti. Her molada bunlar ortaya çıkarılıyor, herkesin yiyebileceği gibi düzgün bir şekilde servis ediliyordu. Molalar dışında Otobüste sırayla getirilen sarmalar, dolmalar, börekler, poğaçalar, kuruyemişler, içecekler, ikramlar gezi boyunca eksik olmadı. Bu da bir “Adige” olma farkı sanırım.

Mola’dan sonra kısa bir yolculukla Sarp Sınır kapısına ulaştık. Otobüste herkes kendi valizini çantasını yüklenip, Gürcistan Sınırındaki işlemleri sorun çıkmadan tamamladı.  Kafkasya’ya kadar bir 10 saat yolumuz vardı. Batum, Chakvi, Samtredia, Zestaponi, Khashuri, Kareli, Gori yakınlarından geçecek, Mtskheta civarından yukarı tırmanarak Dusheti ,Stepatsminda yolunu izleyerek Lars Sınır Kapısına varacaktık.

                                       


Zestaponi civarında verdiğimiz yemek molasında tatlı bir sürpriz ile karşılaştık.  Kafkasya’dan İstanbul’a  gösteri için giden bir Kafkas Dans Grubu da mola yerindeydi.  Bizim gruba büyük ilgi gösterdiler ve bize günlük kıyafetleriyle çok güzel bir dans gösterisi sundular. Birlikte yapılan bu selamlaşma, karşılaşmanın getirdiği bir sevinç gösterisi, Anavatana gidenlerin ilk kucaklaşmasıydı. Karşılıklı konuşulan Çerkezceyi anlamasam da her iki tarafında birbirlerine gösterdiği saygı ve sevgi adeta dokunulacak kadar gerçekti. Sanki kırk yıllık dostlar gibi güzel dileklerde bulunarak ayrıldık farklı yönlere doğru yola koyulduk.    


Tüm gece yola devam edip Gürcistan sınırından gece yarısı çıkış , ufak tefek problemler yaşayarak Rusya sınırına giriş yaptık. Gün ağarırken Güney ve Kuzey Osetya sınırlarından sorunsuzca geçtik ve Kafkas dağlarının muhteşem manzaraları arasından süzüle süzüle Nalçik’e vardık.
Bu arada İstanbul’dan uçakla gelmeyi tercih edenlerle birlikte 65 kişiye ulaşan grubumuz, iki farklı otele yerleşti ve akşam Yemeğine kadar dinlenme molası verildi. Benim kaldığım Korona Otelde odalar tertemizdi. Resepsiyondaki muhteşem güller ve papatyaları yapma sanıp dokundum. Ancak gerçek olduklarını görünce çok şaşırdım doğrusu. Bir diğer şaşkınlığı ise oda koridorunda yaşadım.  Ne yurtiçi, ne de yurtdışı otellerin hiçbirinde görmediğim biçimde herkesin kullanımına açık, ütü masası ve ütü vardı. Adige kültürünün dış görünüşe verdiğimiz önem burada farklı bir boyuta ulaşmıştı.

Akşam yemeği için Nalçik Park içindeki küçük gölün kenarında yer alan şirin bir restoranda bir araya gelince ne kadar kalabalık olduğumuzun farkına vardık. Şaşlık (bir şiş yemeği), Armut Suyu, Çiğ Börek içeren lezzetli yemeğimizi yiyip otelimize geçtik.
Grup, sabah kahvaltısı için, otel dışında Akropolis adlı, çok amaçlı turistik bir restoranda yeniden bir araya geldi.  Zengin kahvaltı menüsünde, yerel lezzetlerin yanı sıra, bölgede yetişmediği için Türkiye’den ithal edilen zeytin ve çay servis edildi. Kahvaltının ardından Mavi Göl’e doğru yola koyulduk.

YOL ÜSTÜNDEKİ ZENGİNLİKLER…

Mavi Göl Nalçik’e 30-35 km uzakta. Rehberimiz Hayri Bey bizi yol boyunca karşılaştığımız muhteşem doğa manzaraları, akarsular, küçük göller ve şelaleler, dağ köyleri hakkında bilgilendiriyor. İçinden geçtiğimiz yerleşim yerlerindeki konut yapıları, Sovyet sistemi nedeniyle birbirine benziyor. Bahçeli ve müstakil inşa edilen bu evlerin en çok ilgimizi çeken tarafı özenle yapılmış bahçe kapılarıydı.  Bedeli 10.000 $’a ulaşabilen bu demir kapıların görkemli olmasının nedeni, ailenin prestijini göstermesiymiş. Kapılar her zaman kapalı tutulurmuş ama açık bırakılması o evde cenaze olduğunu belirtiyormuş.

   


Otobüsle ilerlerken gördüğümüz tarım arazilerinin tamamı devlete ait. Çitçiler, toprakları devletten kiralayarak ekim yapıyor.  Bölge bol miktarda yağmur aldığından sulama ihtiyacı olmayan bereketli araziler, çiftçilere fazlasıyla cömert davranıyor. Tarım gibi hayvancılık da gelişmiş, ekilmeyen arazilerde yetişen otlar Ağustos’a kadar kurumadığından hayvanları kolayca besleyebiliyorlar. Bu nedenle et çok lezzetli ve makul fiyatlı. Tıpkı sığırlar gibi kümes hayvanları da organik yemle beslendiği için hem etleri hem de yumurtaları sağlıklı ve lezzetli.
Küçükbaş hayvancılık da bölgenin geçim kaynaklarından biri. Öyle sanıldığı gibi 1,2 hayvan ile yapmıyorlar bu işi. Mart-Nisan aylarında 5.000 tane koyun alıyor, sürünün başına maaşlı çalışan dört beş tane atlı çobanı tutuyor ve hayvanları otlatmak için dağlara, otlaklara gönderiyorlar. Sürü, Ekim-Kasım aylarında tekrar köye döndüğünde koyun adedi 10.000’e ulaşmış oluyor ve kesip satılıyor.
Yol kenarında dağlardan eriyen karların oluşturduğu şelalelere ve bol miktarda küçük göllere rastlıyoruz. Akarsular tarafından beslenen bu göller de devlete ait ancak balık avlamak için kiralanabiliyor. Örneğin 4 saatliğine 5.000 ruble yani yaklaşık 2.500 TL ödeyerek kiraladığınız bir gölden, aynalı sazan, yayın balığı gibi tatlı su balıkları avlanabilir ve tuttuğunuz balıkları yiyebilir ya da satabilirsiniz. 
Orman Bölgesinde ateş yakmak ve avlanmak yasak. Buralarda çevre koruma görevlileri var. Çevre temizliği için büyük bir bütçe ayrılıyormuş. Uymayanları yakaladıkları zaman cezası çok büyük. Orman kıyısından geçen yollar ve etraftaki araziler o kadar temiz ki, bir tek çöp göremiyorsunuz. Keşke Ülkemiz de de böyle olsaydı da bu yıl bu kadar çok orman yangını yaşanmasaydı. Ormanlar o kadar sık görünüyor ki insanlar buradan yürüyerek geçmek neredeyse imkansız. Özellikle sık orman ve dağlarda ayı, domuz ve kurt gibi tehlikeli hayvanlara ve “Kafkas Engereği” denilen zehirli bir yılana özellikle dikkat etmemiz gerektiğini söylüyorlar. Etkileyici manzaraların birbiri ardına önümüze serildiği yolu keyifle tamamlayarak Mavi Göl’e varıyoruz. 

    


  MAVİ GÖL

Mavi Göl Rusya Federasyonuna Bağlı Kabartay-Balkar Cumhuriyetinin Elbruz dağından sonra en önemli turistik yeri. Çegem ve Zalka vadileri arasında kalan ve en derin yeri 280 metreye ulaşan bu göl özellikle iç turistlerin vazgeçilmez uğrak noktası. 

    


 Göle “Mavi” denilmesinin nedeni, suyunun içerdiği kireç ve kükürt nedeniyle turkuaz mavi bir görüntüye sahip olması. Zaten içeriğindeki kükürt nedeniyle içinde hiçbir canlı yaşamıyor ve kıyılarında kükürt kokusu hissediliyor. Buna rağmen, gölün etrafında konaklama yerleri, piknik alanları ve alışveriş tezgâhları bulunuyor. 
Gölün eşsiz manzarasını izlerken, yörede yaşayan kadınların el emeği ile yaptıkları çeşit çeşit ürünlerle bezeli pazaryerinin içinden geçiyor ve nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Çeşit çeşit yün örgüler ve dantel işlemelerle donatılmış kumaşların yanı sıra, bölgeye özlü şifalı otları ve çeşit çeşit yiyecekleri bu pazarda bulmak mümkün. Satıcı kadınların dillerini anlamasak da Çerkesce ve Rusça konuşmaları bize çeviriyorlar. Ben de boğaz ağrılarına iyi geldiğini söyledikleri kozalak şurubundan alıyorum. Bir taraftan da çaktırmadan pazarcıların fotoğrafını çekiyorum zira objektifi görünce saklanıveriyorlar.
    

ÇEREK VADİSİ

Buradan Çerek vadisine gideceğiz. Ancak vadiye giden 10 kilometrelik yolda büyük otobüslerle ilerlemek mümkün değil. 64 kişilik kalabalık bir tur olduğumuz için 15’er kişilik guruplara ayrılarak minibüsle vadiye, parti parti ulaşıyoruz. 

 Nalçik’in 60 Km Güneydoğusunda yer alan Çerek Vadisi, Kabartay-Balkar Cumhuriyeti’ndeki en etkileyici bölgelerinden biri. Vadi boyunca akan Çerek Nehri tarafından oyulmuş bir kanyon. Nehir, vadiyi derin ve dar şekilde şekillendirmiş.  Vadi boyunca yükselen dik kayalıkların yüksekliği, bazı yerlerde 300 metreyi aşıyormuş.Çerek Nehri  Çerek Balkarskaya ve Çerek Bezengi olmak üzere iki kola ayrılıyor.  Bezengi Buzulu ve Bezengi Duvarı gibi Elbruz Dağı'nın eteklerinde yer alan ünlü tırmanış ve doğa alanları bu bölgede bulunurmuş.Vadi çevresi sadece bizim gibi günübirlik gelenler için değil tırmanış, trekking ve dağcılık için de uygun ve keyifli bir rota.Yürüyüş yapan arkadaşlarımıza duyurulur.

Vadi içinde ilerlerken kartal figürü olan bir mağara ile karşılaştık. Yaptığım araştırmalara göre “Kartal”, Kafkasya halkları arasında güç, özgürlük ve yüksek ruh anlamına gelirmiş. Balkar ve Adige kültürlerinde kartal, hem koruyucu bir ruhu hem de kahramanlık sembolünü temsil edermiş. Bu nedenle, mağara duvarlarına veya anıtlara kartal figürlerinin işlenmesi, genellikle anıtsal bir mesaj taşıyormuş. Bu tür semboller, bölgenin zengin kültürel dokusunu ve tarihî derinliğini yansıtır. Çerek Vadisi'nde karşılaştığınız kartal figürlü duvar resmi, bölgenin zengin tarihî ve kültürel mirasının bir yansıması olabilir.
ÇerekVadisi, hem doğa güzellikleriyle hem de dağ kültürüyle Kafkasya’nın en vahşi ve etkileyici yerlerinden biri, görülmeye değer. Kanyonu gezerken yine kenarlarda alışveriş tezgahları bulunuyor.Yöresel el yapımı ürünler, Kışlık kalın giysiler, çoraplar, şallar, hediyelik eşyalar satan satıcılar grubumuzun ilgisini çekiyor.  Semaverlerde demledikleri gilaburu çayından ikram ediyorlar bize.Satışı yapılan kalpaklara ve başlıklara bakılırsa, kışları bu bölge oldukça soğuk geçiyor.
15 kişilik gruplar halinde geldiğimiz vadiden dönüş için minibüsü beklerken, bu kısa zamanı bile şarkılarla, oyunlarla eğlenerek değerlendiriyoruz. 
  

Hep birlikte toparlanınca araçlara binip şarkılı, türkülü ve bol ikramlı yolculuğumuza devam edip Nalçik’e dönüyoruz.Ben odama çekiliyorum ancak gezi sonrası WhatsUp grubuna gönderilen fotoğraflardan anlaşıldığına göre “Anavatan Ziyareti “ niyeti ile buraya gelen Adigeler, yakınları ile buluşup geceleri farklı eğlencelere katılıp bu gezinin tadını daha iyi çıkarmışlar.

GELENEKSEL KIYAFETLER SATAN MODAEVİ

Gezinin ikinci gününde kahvaltıdan sonra Nalçik’te Bir geleneksel kıyafetler diken bir Moda evini ziyaret ettik. Geleneksel kıyafet arayan herkesin kesesine değilse de göz zevkine hitap eden bu dükkân hediyelik takılar, kemerler, giysiler arayanlar için çok cazipti. 

  


  Kıyafet alışverişinden sonra yeniden yollara düşüyoruz. Hava yine çok sıcak. Biraz serin bir yer bulma umuduyla rotamızı şelalelere doğru çeviriyoruz.

ŞEGEM ŞELALESİ VE BALKARLAR

Nalçik’e 50 km uzakta bulunan Şegem bölgesinde daha çok Türk Kökenli bir halk olan Balkarlar yaşıyor. II.Dünya savaşında Almanlar bu bölgeye kadar gelmişler ve Balkarlardan onlara yardım edenler olmuş. Bu iddia nedeniyle Stalin 1944’te ihanetle suçladığı Balkarların tamamını toplayıp yük trenleri ile Türkmenistan  Kazakistan ve Kırgızistan’a sürmüş.Bu sürgün nedeniyle yolda ölenler olmuş.Köyleri hep dağılmış. 10 yıl kadar sonra 1957 de af çıkartılmış  ve geri dönmüşler. İşin en acı yanı 1989’da Sovyet hükümeti, bu ihanet iddiasının tamamen asılsız olduğunu kabul etmiş. 

Yolda bazı yerlerde anlam veremediğimiz üst üste yerleştirilmiş büyük taşlar görüyoruz. Bunlar göçebe bir toplum olan Balkarların, göç öncesinde bıraktıkları yerleri geri döndüklerinde tanımak için kullanmak için yaptıkları sembollermiş.  Dağcılık, hayvancılık ve el sanatları, atçılık, kılıç yapımı, keçeden yapılan geleneksel giysiler, mutfaklarında etli hamur işleri (hingal, orama) Balkar kültürlerinin bir parçası..Adigelerde de bulunan “Xabze” adı verilen geleneksel ahlak kuralları hâlâ yaşatılıyor.

  


Balkarlar Şegem Şelalesinin olduğu turistik bölgede alışveriş tezgahlarında el yapımı ürünlerini satıyor ve çevredeki işletmelerde çalışıyorlardı.Türkçe konuşan pazarcılara rastlıyoruz ve konuşarak rahatça anlaşıyoruz. Her şey yünlü. Angora ve kaşmir ipleri ile örülen el emeği göz nuru bluzlar, şallar, eldivenler, kazakların hepsi çok güzel. Ancak o sıcak havada dokunmak bile istemiyor insan. Alsam Ankara’ya götürsem dedim ama iklim değişikliği nedeniyle artık Türkiye’de de bu kadar kalın şeyler giyilmiyor. Biz Şelalenin suyunda elimizi yüzümüzü yıkayıp serin kalmayı tercih ediyoruz.    



MÜZİKLİ AKŞAM YEMEĞİ

Nalçık’a döndüğümüzde, turizm şirketimiz bize sabah kahvaltılarımızı yaptığımız Akropolis Restoranda müzikli, danslı bir organizasyon düzenlendi. Herkesin, yanında getirdiği en güzel kıyafetleri giyip katıldığı gece, birinci katta Türkiye’den anavatanlarına yerleşen çerkeslerin katılımı ile bir karşılama töreni ile başladı. Restoranın 3. Katında bulunan, bölge kültürünü anlatan objelerin toplandığı müzeyi ziyaret ederek devam etti. 

 


Daha sonra eğlencenin olacağı orta katta ki salona alındık. Hazırlıkların büyük birözenle yapıldığı her halinden belliydi.  Çerkes aşçıların elinden çıkan yöresel yemekler, küçük porsiyonlar halinde sırayla bize ikram edildi. Burada tattığım pek çok yemeğin, aslında çocukluğumda anneannem tarafından yapılan yemeklere benzediğini görünce bu topraklara geldiğim için bir kez daha mutluluk duydum. Ancak Yemeklerin isimlerini buraya yazsam yanlış yazarım korkusundan hiçbirinin adını vermeyeceğim. Bu kadar Çerkes bir arada olur da oyun oynamazlar mı? Onlar oynadı, biz de izlemekten keyif aldık. Yerel sanatçılara Türkiye’den gelen hediyeler takdim edilerek teşekkür edildi.   




ELBRUZ DAĞI

Ertesi gün erkenden Elbruz Dağı’nın turistik merkezi olan Terskol / Prielbrusye bölgesine doğru yola çıktık. Nalçik’e yaklaşık 120–130 km uzaklıkta ve yol yaklaşık 3 saat sürecek. Rehberimiz,Astemir Apanasovve, TimurLosan gibi sanatçıların  Çerkes Müziklerini çalmaya başlayınca, adeta zaman da hızlandı. Herkes otobüste alkış tutuyor ve yol, muhteşem manzaralar içinde  büyük bir keyifle akıp gidiyordu. 

Yol üzerindeki köyler yoksul değil. Tam tersine nüfusu 30.000’e ulaşan adeta ilçe büyüklüğüne ulaşmış içinde Okul, Sağlık Ocağı, Hastane, Spor Salonu, Kültür Merkezi köylerden geçiyoruz. Köy halkı her türlü sosyalleşme imkanına sahip. Köyde yaşayan çocuklardan  spora , müziğe, resme yetenekli olanlar bir dilekçe ile Bakanlığa bildiriliyor ve bakanlık bunların özel eğitimi için Köye uzman gönderip eğitimleri ile özel olarak ilgilenmesini sağlıyor. Aslında bu köylerin bu kadar gelişmiş olmasının en önemli nedeni iyi planlanarak kurulması. 

Meyve bahçelerine her meyvenin en iyi cins tohumunu bularak yetiştirmişler.Elmalar çok lezzetli.Avrupa’dan en iyi cins büyükbaş hayvanları getirip bunları çoğaltmışlar.Anayolların etrafı akağaç, karaağaç ve ceviz ağacı ile kaplı.Ceviz kaliteli bir ceviz değilmiş, kuşlar da yer diye ekmişler.Kendileri de pek toplamadıklarından yerlere dökülüyor ama ağaçlar oldukça büyük.Kafkaslarda uzun ömürlü insanların olması bu güzelliklerden. “Suların aktığı, kuşların cıvıldadığı, Atların bozkırlarda koştuğu, turkuaz renkli göller ve şırıl şırıl akan şelaleler” bizlerde cenneti böyle hayal etmez miyiz?..

    


Sonunda Elbruz dağının eteklerine varıyoruz. İki başlı olan Elbruz Dağı, 5.642 m’lik Batı zirvesi  ve 4.621 m’lik doğu zirvesi ile Avrupa kıtasının en yüksek zirvesi olarak kabul ediliyor ve bu nedenle "Avrupa'nın çatısı" olarak da anılıyor. Bu sönmüş volkanik dağ, bulutların ötesine uzanmasına rağmen içinde hâlâ hareketli bir yaşam, köklü bir tarih, türlü efsaneler barındırıyor. Bu yüzden dağcılar için çok popüler bir hedef.Tırmanışı teknik olarak çok zor olmasa da yüksek irtifa ve ani hava değişiklikleri tehlike yaratabiliyor.

Türkiye’de 2004 yılında Kaçkar Dağının 3.937 metredeki zirvesine güzel bir rotadan Gezginder ile doğa yürüyüşü yaparak tırmanmıştım. Bugün biz, Elbruz dağının 3847 metresine kadar üç aşamalı teleferik sistemi ile çıkacağız.Doğrusu çok heyecan duymuyorum.Güzelim dağı turizme açarak sanki biraz yazık etmişler .Hava çok güzel, güneşli ve berrak.8 kişilik Teleferiklere biletimizi alıp biniyoruz.Biletimizi hiç kaybetmeden 3 aşama çıkıp, en tepe de keyif yaparak, fotoğraf çekip, etrafı seyrederek karlı zirvesine hayran kalıyor ve tekrar 3 aşamalı teleferikle inişe geçiyoruz. Birkaç yıl yapımı başlanan 4. Etap teleferik hattıyla Elbruz Dağı’nın dört binli metrelerine çıkmak mümkün olacak.   

  


Genci ve yaşlısı ile grubumuz bu expedisyonu da başarı ile tamamlıyor ve dönüşe geçiyoruz.İçimizde yine aileleri ile randevulaşan kişiler var.Ne de olsa buraya geliş nedenlerinden biri de akraba ziyareti. Önce Otellerimize dağılıp dinleniyoruz.Daha sonra tekrar bir araya gelip Akşam yemeği için bir restorana gidiyoruz.

Rezervasyonumuz olmadan kalabalık kadromuzla lokantaya girdiğimizde Lokantanın sahibi bizi sıcak karşılasa da yeterli hizmeti veremedi. Biz de durumun farkındaydık bu nedenle sadece Mısır Çorbası sipariş vermiştik. Hizmet gelmeyince grupta Nalçik’li akrabalar misafirlerin aç kalmasına razı olmadılar. Toplu bir kalkış yaparak yandaki tabldot veren başka bir lokantaya geçip karınlarını doyurdular.(Biz Mısır Çorbasını içenlerdendik.) Buna çok üzülen Lokanta sahibi grubumuzdan öyle güzel özür diledi ki bir an gece hiç bitmeyecek sandım. Müzisyenler ve Mızıkalar geldi Çerkes oyunları oynanmaya başlandı. Gece tatlıya bağlandı. Bu da bir Adige farkı sanırım.

NALÇIK 

Günlerdir otobüs yolculukları ile doğal güzellikleri ziyaret ettiğimiz için artık tempoyu biraz düşürmenin zamanı geldi. Bugünü Nalçik’i keşfetmeye ayırıyor yerel kültürün derinliklerine dalıyoruz.

İlk durağımız Nalçik Pazarı. Rehberimiz burada alışveriş için bir saat zamanımız olduğunu söylüyor. Ancak pazaryerine  girdiğimizde bu sürenin ne kadar yetersiz olduğunun farkına varıyoruz. Yerel köy ürünlerinden el sanatlarına, giysilerden canlı çiçeklere kadar, her şeyi bulabileceğiniz geniş bir alana yayılmış bir alışveriş cenneti burası. Tezgahlarda, her şeyin en iyisini, en organiğin,ve  en temizini bulmak mümkün.  Elbette hal böyle olunca, süre yetersizliğinden pazarın sadece bir bölümünü üstünkörü gezebildim. Ne acuka alabildim ne mısır unu.Birkaç küçük kavanoz kozalak şurubu, kızılcık şurubu ve almak istemiştim, yetiştiremedim. Diğer bölümleri gezme hevesim ne yazık ki içimde kaldı. Tüm bir günü bu pazarı gezmeğe ayırsanız yine de içinizde kalan görmediğiniz tezgahlar olacaktır. Pazarın keyfini sanıyorum sadece orada yaşayanlar çıkarabiliyor. Süre kısıtlılığı nedeniyle isyan ederek pazardan ayrılıp bölgenin kültürel, tarihî ve doğal mirasını keşfetmek için önemli bir durak olan Kabardey‑Balkar Ulusal Müzesine gidiyoruz. 


Bu müze, Kabardey‑Balkar halklarının kimliğini, doğasını ve tarihini bütünsel biçimde sunan kesinlikle görülmeye değer bir kültür alanı. Bölgenin coğrafyasına ait canlı ve kurutulmuş bitki örnekleri, zengin florası, faunası, mineralleri ve jeolojik yapısının yanı sıra Kabardey ve Balkar halklarının geçmişi, gelenekleri, yerleşim biçimleri, arkeolojik buluntular, etnografik objeler ve el sanatları örnekleri ile kültürel miras sergileniyor. Müzede ayrıca Balkarların 1944 de Stalin tarafından yapılan sürgünü ve  1957 sonrası dönüşün kültürel etkilerini anlatan bir sergi de bulunuyor. 

  


Fotoğraf sanatı ile ilgilendiğim için müzenin ikinci katında yer alan ve yerel sanatçıların eserlerinden oluşan Kafkas Dağ Keçisi Fotoğraf Sergisi özellikle ilgimi çekti. Bu toprakların çok başarılı Fotoğraf sanatçıları da bu sergi ile öğrenme şansı buldum.

Müzede beni şaşırtan bir diğer detay ise, Kafkas halklarının geleneksel giysilerinde ve aksesuarlarında süsleme amaçlı kullanılan “düğüm sanatı” ile yapılmış bir kolyenin, hem müzede etnografik giysilerin üzerinde, hem de grubumuzdaki Apajan el sanatları eğiticilerinin üzerinde bulunmasıydı. Bu durum, geleneksel el sanatlarının günümüze kadar yaşatıldığını simgeliyordu


YAŞAM AĞACI ANITI


Müzeden çıkınca Nalçık Parkı’nda yer alan “Yaşam Ağacı Anıtı”nı görmeye geldik. Bu anıt, 1763–1864 Kafkas-Rus savaşlarında hayatını kaybeden Çerkes halkının anısına yapılmış.  Anıtın yedi figürlü kompozisyonu anne ve baba figürleri, halkın soykırıma rağmen yok olmadığını; yaşamaya ve çoğalmaya devam ettiğini simgeliyor.  Arka plandaki "Га" harfi ve çevresindeki 12 yıldız, Adige boylarını ve kimliğin sürekliliğini temsil ediyor.

Üzerindeki yazı:  “Adıgelere – Kafkasya’daki askeri ve siyasi olayların kurbanları. 1763–1864.”Heykeltıraş: Gushapshe Arsen

  

MARIA MEYDANI VE TEMURKOVA HEYKELİ



Sırada, Maria Meydanı var. Meydana bakan görkemli heykel, Kabartay ile Rusların dostluklarının sembolü olan Maria Temrukova’nın Heykeli. Kabartay prensi Temruk İdare’nin kızı olan Maria Temrukova, tarihte Rus Çarı IV. İvan’ın (Korkunç İvan) ikinci eşi olarak biliniyor. Bu evlilik, Çerkes-Rus ilişkilerinde tarihi bir dönemeç olan kabul ediliyor. Maria’nın Elinde tuttuğu kağıt Kabartay bölgesinin tapu senedi.Onun sayesinde Kabartaylar bu bölge de kalmışlar. Yüzü Moskova’ya dönük olarak inşa edilen bu heykel, Maria'nın, hem doğu hem batı kültürleri arasında bir köprü olduğunu vurguluyor. Maria, iki halkın dostluğunu sağlamış olsa da, öykünün sonu hüzünle ile bitiyor. Çünkü çarlık tarihinde 17 yaşında müslüman bir Çerkes prensesinin saraya gelmesi önemli bir olay olmuş. Zavallı kadın, sarayda çevrilen entrikalarla Henüz 25 yaşında iken zehirlenerek öldürülmüş.     

KABARTAY KÜLTÜRÜNÜ DÜNYAYA AÇAN MODACI

Bir sonraki durağımız Kabartay’ların ünlü moda tasarımcısı Madina Saralp’ın atölyesi. Geleneksel Çerkes kıyafetlerini modern tasarımlarla buluşturarak onlara yeni bir soluk kazandıran Saralp, eserlerinde özellikle Adige kültürüne ait desenleri, formları ve el işçiliğini ön plana çıkarıyor. Kafkas halklarının estetik anlayışını ve zarafetini yansıtan bu özgün çalışmalar hem yerel hem de uluslararası alanda ilgi görüyor. Onun atölyesini görmek, gelenekselin çağdaşla buluşmasına güzel bir örnek oluşturdu. 

 SOSRUKO TEPESİ

Modaevinden ayrıldığımızda, Nalçik şehir merkezine  5.5 kilometre uzakta bulunan Sosruko tepesine gidiyoruz. Kafkas mitolojisinin kahramanı Sosruko, cesaretin, özgürlüğün, ateşin ve yaratıcılığın sembolü olarak kabul ediliyor. Sosruko Anıtı’nın yüksek bir tepeye yerleştirilmesi, halkın tarihine, dağları ve kültürüyle bağ kurmasını simgeliyormuş. Malaya Kizilovka Dağı üzerinde, yüksekliği 600-650 m civarında olup buraya aşağıdaki parktan, göl üzerinden Telesiyej ile çıkmak mümkün. Ben ve gruptan üç arkadaşım, telesiyeje binmek yerine tepeye taksi ile girmeyi tercih ediyoruz. Anıtın bulunduğu tepede restoran, cafe, eğlence yerleri ve Sosruko müzesi bulunuyor. Burası, hem kültürel hem estetik olarak halkın kimliğini yücelten, iz bırakıcı bir anıt niteliğinde ve şehrin çoğu noktasından görünüyor.Nalçik’e gidip de görmeden olmaz denilen anıtlardan biri.Biz çıkamadık ama siz Telesiyej ile çıkmaya çekinmeyin. (Orijinal görünümü internetten aldım).

   

SON GÜN

Nalçık’ta son günümüde kahvaltıdan sonra önce havaalanına gidecek olanlarla vedalaştık.Oldukça hüzünlü bir ayrılış oldu.Sonra biz otobüsle gidecek olanlar valizlerimizi almak için otellerimize döndük.Çıkış işlemlerimizi yaptırdık. 
Levent Bey bizi dönüş yolu için gerekli kumanyayı ve yakınlarımıza hediye ufak tefek bir şeyler almak için büyük bir markete götürdü. Marketin tam karşısında Kabardey Kahramanları anıtı ile karşılaştık.Bu Anıt Abhaz-Gürcü Savaşı (1992-1993) sırasında ve sonrasında Gürcülerle girilen çatışmalarda Abhaz bağımsızlığı uğruna kendilerini feda eden 57  Kabardey Çerkesinin onuruna dikilmişti.Modern tarzda yapılmış, halkın birliğini ve dayanışmasını soyut bir şekilde simgeliyordu.
Ulus tarihi bilincini güçlendirmek ve ortak hafızayı kalıcı kılmak amacı ile Nalçik  ve civarında sürgün, soykırım ve bağımsızlık mücadelesi gibi tarihi olaylara gönderme yapan çok sayıda anıt var. Ben sadece ziyaret ettiklerimiz kadarına yer verebildim.


İKİ DAKİKADA EL DEĞİŞTİREN ŞATO

Dönüş yoluna çıktık ama dün gerçekleştiremediğimiz bir şato gezisi vardı. Çegem bölgesinde yer alan Erkenov Şatosu yolumuzun üstünde olduğu için giderken göreceğiz.Levent Bey vaat ettiği programı tamamlama niyetinde. Üzüm bağlarının arasında bir gölün ortasında yer alan bu şatoda Şarap üretiliyormuş. Bizim Ankara’dan gittiğimiz Gölcük veya Abant Gölü Tesislerini andırıyor. Ortaçağ mimarisi ve ince bir taş işçiliği ile inşa edilen şatonun etrafında  bir kafeterya da bulunuyor çevresinde ki gölde kuğular, ördekler, tavus kuşları yeşillikler arasında estetik ve huzur vererek dolaşıyor. Görmeden geçilemeyecek bir yermiş doğrusu.

Bizim grupta ki arkadaşlar için de ayrıca bir önem arz ettiğini sonradan yolda öğreniyorum. Yerek sülalesini arayan dostlarımız bu şatonun kendi akrabalarının soyundan Murat Yerkenov tarafından yapıldığını öğreniyorlar. Tam da şato sahibi akrabalarımızı bulduk derken,Yerkenov’un şatoyu, Erek sülalesine sattığını ve Yerkenov şatosunun adının artık Erkenov şatosu olduğunu öğreniyorlar. Ama diğer tarafta Erkenov’un sülalesi de yine bizim gruptan Erken sülalesinin akrabası çıkıyor.

   


Şato iki aile arasında birkaç dakikada el değiştiriyor. Böyle hoş , komik öyküler dinleyerek Kabarday-Balkar Cumhuriyetinden ayrılıyoruz. Yarı uykulu yarı uyanık sınır geçişlerini tamamlıyoruz.

Gürcistan’dan çıktığımızda, yolculuğun ilk mola yeri olan Hopa Kaymakamlığı Dinlenme tesislerinde yeniden duraklıyoruz. Bu demektir ki önümüzde daha 15 saat yolumuz var.  

Belki de asıl yol, şimdi başlıyor.  Belki de içimizde hiç bitmeyen başka bir yolculuk.  

Bir Çerkes Atasözü der ki:  “Her insanın yüreği, vatanında huzur bulur. “


NOT: Bu güzel yolculuğu mümkün kılan Sevgili Levent Kaplan ve Hayri Duman’a, emek veren tüm organizasyon ekibine ve yolda tanıştığım değerli arkadaşlara içten teşekkür ederim. Bu gezi hem görülen yerlerle hem de kurulan dostluklarla unutulmaz yolculuklarım arasında yerini alacak. Bana bu yazıyı yazmam için ilham ve teşvik veren KAFFED Yönetim Kurulu Üyesi Ömer Atalar’a da teşekkür etmeyi bir borç bilirim.